22 Haziran 2011 Çarşamba

42: Hayatın Çözülemez Sorusunun, Evrenin ve Herşeyin Yanıtı

Artık neredeyse hepimiz Facebook kullanmaktayız, hatta internetle pek alakası olmadığını düşündüğümüz insanların bile en azından bir Facebook hesapları olduğunu görmekteyiz. Facebook gibi, msn gibi anlık mesajlaşma ortamlarında ifade etmek istediğimizin karşı tarafta yanlış anlaşılmaması için genellikle ifade kullanmaya özen göstermekteyiz. Hatta ifadesiz yazılar bazen benim tarafımdan sert bir üslup, bir karşı çıkış olarak bile algılanmakta zaman zaman. Geçen gün, Facebook'taki bütün ifadeleri bulmak adına verdiğim uğraşta 42'ye rastladım. :42: yapınca, resimde de gözüktüğü gibi bir ifade oluşmakta Facebook'ta. Diğer rakamlarla da denedim, ancak hiçbirinde aynı sonucu vermedi, hatta harflerle deneyen arkadaşlarım bile oldu ancak sonuç yine aynı kaldı. İlk başlarda bu 42'nin acaba ne olduğunu pek önemsememiş hatta 42. yılı dolayısıyla (2011-1969=42) Facebook tarafından MHP'ye yapılan bir jest olduğunu düşünmemiştim tabii ki ama o şekilde şakasını yapıyordum. Dün akşam bu ifadeyi yeni gösterdiğim arkadaşım, acaba neden 42 diye sordu... Evet gerçekten neden 42? Hızlıca bir araştırmadan sonra, aslında bu 42'nin rastgele olsa da rastgele olmayan bir rakam olduğunu, birşeyler ifade etmekte olduğunu buldum, hiçbirşey ifade etmese de...


"The Hitchhiker's Guide to the Galaxy", Douglas Adams tarafından oluşturulan bir bilimkurgu çizgiroman serisi olup, sadece çizgiroman meraklıları arasında değil, bilim adamları arasında bile popüler olmuş. Bu seride, bir grup hiper-zeki "Hayatın Çözülemez Sorusunun, Evrenin ve Herşeyin Yanıtı"'nı bulmak amacıyla "Super Thought" adında bir süper bilgisayar üretiyor, ve bu yanıtı bu bilgisayardan istiyor. 7,5 milyon yıl sonra "Super Thought" yanıtı 42 olarak veriyor. Ancak burada bir problem oluşuyor, o da yanıtı 42 olan sorunun kendisinin yani, Çözülemez Soru'nun ne olduğu?

Bu sorunun ne olduğu kendisine sorulduğunda Deep Thought çözüm getiremez, ancak "Earth" adında, daha da güçlü bir bilgisayarın tasarımı için yardımcı olur. Programcılar, bu soruyu bulmak adına 10 milyon yıl süreli bir programlama yaparlar. 8 milyon yıl geride kaldığında bu süreç Galgafrinchaların beklenmedik istilasıyla engellenmeye çalışılır ancak asıl, bitime sadece 5 dakika kala Earth'ün Vogonlar tarafından yok edilmesiyle tamamlanamadan sona erer. Bu saldırının, hayatın anlamının bilinmesinin bütün kariyerini yok etmesinden çekinen Gog Halfrunt ve fizikçileri tarafından yaptırıldığı düşünülmektedir.

Gerçek sorunun bilinmezliğiyle insanlık artık bunu aramak yerine nerden geldiği bilinmez bir öneriyle, Bon Dylan'ın "Blowing in the Wind" şarkısındaki gibi yanıtın "rüzgarın uğultusunda söylendiğine" inanmıştır.

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Bob Dylan - Blowing in the Wind

Bir adam kaç yoldan geçmelidir?
Sen ona "adam" demeden önce...
Bir kumru kaç denizi geçmelidir?
Kumlarda uyumadan önce...
Evet, kaç defa daha toplar ateşlenmelidir?
Hepsi yasaklanmadan önce...
Yanıtı rüzgarın uğultusunda,
Yanıtı rüzgarın uğultusunda...

Evet, bir dağ kaç yıl var olmalıdır?
Denizle yıkanmadan önce...
Evet, bazı insanlar ne kadar daha varolmalılar?
Hepsi özgür olmadan önce...
Evet, kaç defa daha bir adam başını çevirebilir?
Göremiyormuş gibi yaptığı sürece...
Dostum, bunların yanıtı rüzgarın uğultusunda,
Yanıtı rüzgarın uğultusunda...

Evet, bir adam kaç defa yukarı bakmalıdır?
Gökyüzünü görmeden önce...
Evet, bir adamın kaç tane kulağı olmalıdır?
Ağlayan insanları duymadan önce...
Evet, ne kadar daha ölüm gerekecek bilmesi için?
Çok fazla insanın ölmüş olduğunu...
Dostum, bunların yanıtı rüzgarın uğultusunda,
Yanıtı rüzgarın uğultusunda...               


19 Haziran 2011 Pazar

Hangover 2!

Birincisini izlemeden ikincisini izlediğim filmler olmuştur. Hatta ortaokuldayken "Kimsesiz" adlı bir romanın önce ikinci cildini, ardından ilk cildini okumuştum. Perşembe günü, hem okulun bitmiş olması rahatlığı hem de gnctrkcll günü olmasından sebep ev arkadaşım Mehmet Can'la bir anda sinemada bulduk kendimizi. Fazla bir seçeneğimiz de yoktu aslında. Mehmet Can da izlememişti Hangover'ı ancak arkadaşının bu filmin ilki için "İzlediğim en komik film" yorumunu iletince, ikimiz de en iyi tercihin bu film olduğunu düşündük ve neticesinde Hangover 2'ye gittik.

İyiki de öyle yapmışız! Şimdi neden güzel diye soracak olsanız vereceğim geçerli bir yanıtım yok, hatta film arası geldiğinde Mehmet Can'a ekranı göstererek "Bu mu yani?" hareketi bile yaptım ancak ikinci yarısında birkaç sahneye o kadar güldüm ki, filmin sıkıcı taraflarını ve aptal senaryosunu unutuverdim. Koca salonda pek az kişiydik ve bizim dışımızdakilerin de film sonundaki reaksiyonları gayet güzeldi. Herkesin gözünde "İyiki gelmişiz" okunuyordu. Ama ben yine de o hataya düşmem, ve kesinlikle gidin izleyin diyerek herhangi bir filmi önermeyeceğim gibi bunu da önermem. Belki ilkini izleyip gerçekten beğenmişseniz, gitmeniz için güzel bir referans olabilir. Ben de yakın zamanda ilkini izlemeyi düşünüyorum büyük merakla.

18 Haziran 2011 Cumartesi

Benim Özgürlüğüm, Senin Özgürlüğün

Sen? Örtülü kızlar üniversite kapılarında saçlarını açmadan giremiyorken susan, kamuda çalışamıyorken umursamayan, belki banane ben kız mıyım diyen, belki de ne olacak açsın da girsin diyen, işi özgürlükten koparıp salt dine vuran, aydınlığın sadece örtüsüz başlarda yer alabileceğini savunan,

Sen? Elverişsiz çalışma koşullarını protesto eden işçiler için nankörler olarak bakan, sendikalaşmaya giden işçilerini çıkartan şirketler hakkında hiçbir tepki koymadan yaşamaya devam eden, belki halin vaktin yerinde olduğu için belki de topuzun ağır bastığı tarafta olduğun için adaletsizliğe göz yuman,

Sen? Azınlıklara veya ülkenin farklı unsurlarına yapılanlar karşısında sadece izleyen, hatta içten içten destekleyen, kimisini dış güçlerin maşası, kimisini terörist olarak addeden, bazen hepimiz bir mozaiğiz diye kıvırmaya çalışan, bazen de kendini çoğunlukta görmenin rahatlığıyla "Ya sev, ya terket" restini çekebilen,

Sen? En ufak bir protesto girişiminde okulundan uzunca sürelerle uzaklaştırılan, belki bütün hayatı kaydırılan öğrenciler için iyi oldu anarşiklere, gomunistlere diyen, polis gaz bombasını atarken copunu indirirken içinden kıs kıs gülen, savunduğu protesto ettiği şeyin ne olduğunu merak bile etmeden doğrudan haksız konumuna koyan, hatta belki de öğrencinin ne işi var bu işlerle, okulunda okusun diyen,

Evet, sen!... Yarın, söz konusu olan senin özgürlüğün olacak. Ve sen başkalarının özgürlükleri karşısında böyle duyarsız kaldığın sürece, söz konusu senin özgürlüğün olduğunda yalnız kalan sen olacaksın!

14 Haziran 2011 Salı

Kapıdaki Tehlike: Büyük İstanbul Depremi

Yaklaşık bir ay önce Kütahya'da gerçekleşen depremin sarsıntısını hemen yan odadan hisseden arkadaşım, beni yeterince telaşlandırmıştı. Sallandığımızı söylüyordu, belki 1 hafta öncesine kadar bu haber bana pek de önemli gelmeyecekti ancak hemen o hafta Hidrolik dersi dolayısıyla zorunlu olarak dinlediğim seminerde ABD'de son 100 yılın en iyi 10 deprem araştırmacısından biri olarak seçilen Türk deprem mühendisinin söyledikleriyle birleşip beni endişeye sevketti.

Televizyonlarda sıkça depremin geleceğinden bahsediliyordu ancak bu konuda konuşan kişiler detaylar yerine veyahut neden geleceği ve neden bu kadar korkulması gereken birşey olduğunu izah etmek yerine alınması gereken önlemlerle birlikte, işte bilmem kaç yıl içinde olur, şu şiddette olur gibisinden salladıkları için pek fazla umursamıyordum. Nerden çıkarıyorlar bu söylemleri gibisinden düşünüp, kendimi, İstanbul'u pek de tehlikede görmüyordum.

Ancak düşündüklerim hiç de doğru değilmiş. 1999'da oluşan ve İstanbul'u da kısmen etkileyen deprem, fayın doğudan batıya doğru açılma sürecinin sonucuymuş. 99'dan önceki depremler biraz daha biraz daha doğuda olmuş yani bir sonraki muhtemel depremin İzmit'in batısında yani İstanbul'da olması bekleniyormuş. Fay fermuar gibi açılıp kapanıyormuş, açılmamış ancak açılmış uca en yakın yer ise 14 milyon civarı nüfusuyla İstanbul.

Bunun dışında bir istatistik daha var. Son 2000 yıl içerisinde İstanbul'da olan büyük depremler bir zaman grafiğine oturtulduğunda yaklaşık her 100-150 yılda bir büyük bir depremin olduğu görünüyor. Bunlardan biri de hatta 1509 yılında gerçekleşen Küçük Kıyamet. Sanırım ismi, ne denli birşey olduğunu belli ediyordur. Neyse burda asıl korkulacak olan son büyük İstanbul depreminin 1894'te yani 117 yıl önce gerçekleşmiş olması. Sadece buna bakınca bile kimse 50 yıl içerisinde deprem beklemenin pek de mantık dışı bir şey olduğunu savunamaz sanırım.

Geçmiş Erzincan depreminde, yıkılan ve ayakta kalan binalar üzerinde çalışma yapılmış ve HASSAN diye adlandırılan bir endeks çıkartılmış. Depremde hasar gören binalar hasar derecesine göre, hasarsız olanlar da katılarak kolon endekslerine göre bir grafik çıkartılmış. İzmit depreminden sonra da bu endeks kullanılarak binalara bakılmış ve doğruluğu saptanmış. Bundan önceki büyük depremlerin çoğu Adalar merkezli gerçekleşmiş ve bu sebeple İstanbul'un güneyi daha bir risk merkezi olarak kabul görülmekteymiş. Bu merkezlerden biri olan Zeytinburnu'nda 9bin bina bu endeksle kontrol edilmiş ve sadece ama sadece %5i oluşacak depremden hasarsız sıyrılabilecek derecede güvenli bulunmuş...

Bu yukarıdaki göstergeler, tabii ki de kesinlikle büyük bir İstanbul depremi oluşacağını göstermez. Ancak yukarıdaki verilerin üzerine yastığa kafa çok da rahat konulamaz sanırım. Bu muhtemel  Büyük İstanbul Depremi oluştuğunda 20bin binanın yıkılacağı, 100bine yakın insanın hayatını kaybedeceği, milyona yakın ise yaralı olacağı tahmin ediliyor. Gerçekten korkunç rakamlar. Felaket tellallığı yapıp, insanları paniğe sokmaya gerek yok ancak devekuşu gibi tehlikeyi görmezden gelip kafamızı toprağa sokacak da değiliz. Semineri yapan profesör mevcut binaların güçlendirilmesinin pek mümkün olmayacağı, şehrin kuzeye doğru taşınması gereğini, hatta Başbakan'ın kanal projesinin de biraz bunla alakalı olabileceğini söyledi. Bize ayrıca, bu şehirde yaşamanın pek de mantıklı olmadığını, mümkünse en çabuk yoldan terkedilmesi gerektiğini, olası bir büyük depremde çok büyük sıkıntılar yaşanabileceğini söyledi..

Benim blog sayfam olmasına rağmen bunlar sadece katıldığım bir seminerden çıkardığım notlardır ve kendi yorumumu katmadım. Zaten bu konuda birşey söyleyecek donanımda da değilim. Ondan dolayı umarım önemsenmesi gereken bir kişiden çıkan bu sözler gerekli yerlerden karşılığını alır ve çok geç olmadan İstanbul için birşeyler yapılır. Çünkü bu dünyada hiçbirşey bir hayattan daha değerli değildir.