30 Kasım 2010 Salı

Stronghold!

Stronghold'la tanışmam orta okul yıllarımdayken kuzenim sayesinde gerçekleşmişti. Bir gün yine elinde bir CD bizim eve gelmiş ve "Yusuf, çok güzel bir oyun buldum!" demişti. Çok iyi hatırlıyorum, henüz oyun yüklenirken heyecanlanmaya başlamıştım, ki oyun yüklenirken oyundan karakterlerle birlikte ilk kez karşılaştığım bir şekilde müzik de vardı. Ve çok güzel bir müzikti.




Oyuna "Greeting Sir! Your stronghold awaits you!" sözüne biterek eriyerek başladım. Ama ilk açtığımda neler oluyor diye de düşündüm çünkü işler hiç de "Age of Empires"'ta olduğu gibi ilerlemiyordu. Age of Empires'ta işler çok daha basit ve bir anlamda da belki gerçeklikten pek bir öteydi. Çimenlerin üzerinde bulunan taş ve altın madenleri ve çok sınırlı sayıda olmaları, toplanılan yiyeceklerin birşeyleri geliştirmek ve insan çıkartmak için kullanılması, askeri anlamda; oklarla surların yıkılabilmesi, enteresan top ve ok atışlı kuleler ve gemilerin bulunması, işçileri hep takip etme zorunluluğu oyun keyfini azaltıyordu.

Stronghold  ise Age of Empires'taki gibi saçmalıklardan uzak, daha bir gerçekçi ve çok daha keyifli bir oyun oynama imkanı sunmuştu bana. Oyunun en büyük yeniliği işçileri kontrol etmek zorunda olmayışımız olmuştu. Bu oyunda, şatonun etrafında avare avare bekleyen insanların oluyor. Mesela, bir oduncu kulübesi inşa ettiğin zaman insanlarından biri kalkıyor ve oduncu oluveriyor! Eğer bunların sayısı azalmaya başlamışsa ve hatta bitmişse daha çok konut inşa ederek daha çok insanın olmasını sağlıyabiliyorsun.

Oyuna başladığında bir kral, bir şato, belli bir miktar yiyecek ve malzemen ve birkaç askerin oluyor. İlk yapman gereken bir "granary" inşa edip, yiyeceklerden insanının faydalanmasını sağlamak olmalı. Yoksa insanların aç kalırlar! Aç kalınca da refah düzeyleri düşer, ve bu düzey %50'nin altına düşmeye başlayınca da insanların derebeyliğini terketmeye başlar.

Evet, bu oyunda bir derebeyisin. Yapman gereken de insanlarınla birlikte küçük kalenin içinde birşekilde hayatını devam ettirmek. Granary'de kalmıştık. Granary toplanan yiyeceklerin konulduğu ve tüketildiği yer. Age of Empires'ın aksine Stronghold'ta yiyecekler insan üretmek için değil insanları doyurmak için kullanılıyor. 4 çeşit yiyecek türü var; et, ekmek, peynir ve elma. Et için avcı yerleri kurup, çevredeki geyiklerden sağlıyorsun etini, et limitsiz değil ancak eğer aşırı avlamazsan doğacak yavrularla geyik nüfusunu bir yerde dengeleyebilme imkanın oluyor. Ekmek yapmak için öncelikle buğday tarlası kurman gerekiyor, burda üretilen buğdaylar "stockpile"denen yere konuluyor. Stockpile, şatonun hemen yanında bulunan ve yiyecek hariç diğer malzemenin konulduğu yerin adı. Bu buğdayları, kuracağın yel değirmenlerinde çalışacak çocuklar alıp, un yapıp tekrar stockpile'a koyarlar. Ve son olarak kuracağın fırınlarda çalışan teyzeler bu unları alıp, fırınlarında ekmek ürettikten sonra gelip granary'ye yerleştirirler ki herkes nasiplensin! Oyunun bu hali, ekmeğin nasıl üretildiğini basamak basamak görmek çok hoşuna gidiyor insanın oynarken. Peynir için yapman gereken bir inek çiftliği açmak, yetişkin ineklerin sütünden peynir yapılıp yine granary'ye konuyor, aynı şekilde elma üretimi için de elma çiftliği kurmak yeterli oluyor. İnsanlarına ne kadar çok çeşit yiyecek sunarsan o kadar daha mutlu oluyorlar.

Yiyecekten, diğer malzemelere geçersek... Odun üretimi için oduncu kulübesi oluşturuyorsun ve oduncu önce ağacı kesiyor, sonra kulübesinde onu kereste haline getiriyor ve sonunda da stockpile'a taşıyor. Ormanlar da geyiklere benzer şekilde, aşırı şekilde kesilmediği sürece tohumlarla ağaç sayısını artırabiliyor ve odun ihtiyacını oyunun sonuna kadar karşılayabiliyor. Taş ve demir için madenler kurmak gerekiyor. Gayet de mantıklı olacak şekilde bu madenlerin bir sınırı yok. Oyun boyunca çıkartabiliyorsun madeninden. Petrol için de aynı şey geçerli. Çıkartılan taş öküzlerle, demir ise madencilerin ellerine kuvvet taşınıyor stockpile'a, petrol ise çömlekler içerisinde...

İşin askeri tarafına gelirsek, 7 çeşit asker var. (Okçu, arbaletçi, hafif mızraklı, ağır mızraklı, topuzlu, şövalye ve süvari) Bu askerleri çıkarmak için öncelikle bu askerler için gerekli tehçizatı üretmelisin. Okçu için ok, ok için ok atölyesi kurmalısın ve tabiki de stockpile'ın da yeterli kereste bulunmalı. Arbaletçi için arbalet işinde kullanacağın ok atölyesine ve de deri zırha ihitiyaç duyuyorsun. Deri zırh için, deri zırh atölyesi kurman gerekiyor, deri zırh da şu peynir üretmek için kurduğumuz inek çiftliğindeki ineklerden sağlanıyor. Paniğe gerek yok! Yeni buzağılar doğuyor derisi soyulanların yerine... Hafif mızraklı için mızrak atölyesine ve yine yeterli keresteye, ağır mızraklı için ise farklı bir tür mızrak için çalıştıracağın yine bir mızrakçı atölyesine ve de zırha yani zırh atölyesine ihtiyacın oluyor. Zırh atölyesi de hammadde olarak tabiki de stockpile'daki demirleri kullanıyor. Topuzcu için demirin kullandıldığı topuz üretimini sağlayan kılıç atölyesine ve de deri zırh gerekiyor. Şövalye için ise kılıca ve zırh gereksinimin oluyor. Süvarinin şövalyeden tek farkı olan binecek atı bulabilmesi için at çiftliği kurman gerekiyor. Tabi unutmadan tüm bu tehçizata sahip olduğun anda asker çıkartacak altına ve de askerlik vazifesi vereceğin insana da ihtiyacın olacak tabiiki.. Bunlardan başka Stronghold Crusader oyununda paralı Arap askerleri alabiliyorsun, bunlar için sadece yeterli altına sahip olman gerekiyor. Ancak kıyaslarsan kendi üretebileceğin askerden daha zayıf olmasına rağmen daha pahalıya geliyor bu askerler. Askeriyeye devam edecek olursak, savunma için kesinlikle bir kale inşa etmen gerekecek. Belli bir kale formatı yok, istediğin kaleyi surları, burçları ve kapıları istediğin şekilde kullanarak oluşturabilirsin! Bunun yanında, savunma tarafında istersen mühendislerini kullanarak bazı burçlarının üzerine mancınıklar kurabilirsin, yine mühendislerini kullanarak küplerle stockpile'a taşıttırdığın petrolü kaynatıp surlardan düşmanın üzerine dökebilirsin, surlarının önüne içi su dolu hendekler açabilirsin, tuzaklar kurabilirsin, kafesler içinde vahşi köpekleri düşman yaklaştığında üzerlerine salabilirsin, ve son olarak düşmandan habersiz yerlere petrol döküp düşman üzerinden geçerken bir alevli ok ile güzel bir sürpriz yaşatabilirsin! İşin atak tarafına bakacak olursak, mühendislerine yaptırtacağın mancınıklar surları aşağıya indirmekte etkili olacaktır, hendekleri doldurmak için de askerini suyu toprakla doldurmaya sevketmen gerekir, bunun dışında surlara hasar için lağımcıları ve surlara asker taşımak için merdiven ve kuleleri kullanabilirsin. Ama yine de rakibinin kurduğu çoğu tuzağa büyük ihtimalle yakalanacaksındır, bundan kaçıs da olmaz zaten. Hücum, ki rakibin kale içerisinde olduğunu da göz önüne alırsak, savunmadan kat kat daha güç bir iştir. Gerçek hayattan örnek gerekirse, o kadar üstün harp tehçizatına sahip olmasına ve karşısındaki düşman kendi askerinin sayısının çok altında olmasına karşın Fatih Sultan Mehmet, İstanbul surlarını aşarken epeyce zorlanmıştı. 

Gelgelelim oyunun çoğu yerinde karşımıza çıkacak altına. Age of Empires'taki gibi çimenler üzerinde altın madenleri yok bu oyunda, darphanen de yok, para ağacın da.. Altını karşılamak için başvurabileceğin iki yoldan birincisi halkı vergiye bağlamak... Ancak bunu makul bir düzeyde tutmalı, en azından halkın genel refahını gözeterek yapmalısın. İkinci ise fazla malzemeni markette satmak. (Marketi aynı zamanda eksik olan malzemeni altın vererek karşılamak için de kullanabilirsin alış ve veriş arasındaki dengesiz kurlara rağmen)

Oyunla ilgili ara ara bahsettiğim ve dikkat edilmezse başa birçok bela açabilecek halkın genel refah durumu... Refah durumuna etki edebilecek en büyük iki etken yiyecek ve para! Bunların dışında, alkol, güzel ve kötü şeyler ve dinin de mutluluk üzerinde etkisi var. Bunlar iyi veya kötü durumda olmasına göre artı ve eksilerle genel toplama ulaşır ve eğer sonuç artıysa 100'e çıkana kadar ne kadar artı olmasına bağlı bir ivmeyle yükselir, sıfırsa sabit kalır ve negatifse tehlikeli yerlere doğru gider. Bu dengelerle oyun içerisinde istediğin gibi de oynayabilirsin ama... Mesela bir çok kilise ve meyhane kurmuş, memleketi park ve bahçelerle döşemişsindir, halkına yemek de veriyorsundur, işte bunlara karşılık inanılmaz derecede yüksek vergiler talep edebilirsin ve diğer taraf ağır bastığı sürece hiçbir sorun çıkmaz. Veyahut yiyecekten ve diğer şeylerden kısarak, halktan vergi toplamak yerine, onlara maaş dağıtabilirsin...

Yalnız değinmeden bitirmek olmaz, başta da belirtmiştim ama oyun sadece içinde barındırdığı müzikler için bile oynanır. Çok güzel bir soundtrack'a sahip, Stronghold oyununda güzel Avrupa folk müzikleri, Stronghold Crusader'da ise çok güzel Arap müziği var.

"Stronghold" ve "Stronghold Crusader" o kadar yıllar geçti üzerlerinden ama hala oynarım. 2006'da yeni bir oyun çıkardılar, "Stronghold 2" adında. Çok büyük heyecanla gidip almıştım ama sonu hayal kırıklığı olmuştu. Oyunu 3-D yapalım derken oyunu en azından bana sevdiren o sıcaklığı yoketmişlerdi. Sevmeye çalıştım ama beceremedim.. Neyse.

Bu yazımın üzerine Stronghold'u birazcık da olsa sevmiş ve oynama isteği doğmuşsa içinizde gidin, alın, oynayın! İnanın burda yazdıklarım o oyunu anlatmaya yetmez.. Eğer temin etmekte zorluk çekerseniz, benimle irtibata geçebilirsiniz, seve seve paylaşırım sizle bu güzel oyunumu.


"Lord Yusuf'un muzaffer ordusu günler süren kuşatmayla darmadağın olan surlar arasından rakip kralın canını almak için ilerliyor..."


"Under an Old Tree"

El Cla5ic0


El Clasico...
La Liga'nın tek numarası.
Şampiyonun kim olacağını belirleyecek maçlardan ilki oynandı Nou Camp'ta.

Bu maçı izlemek isterdim ve niyetliydim de!
Belki NtvSpor şifreye girmez, girse bile Azeri kanallarının birinde izlerim diye düşünüyordum, en kötü ihtimalle internetten...
Ama hiçbiri de olmadı.
5-0'a rağmen keşke izleyebilseydim.
Maçın sadece özetini izleyebildim sonrasında.

Maçtan önce umutluydum. Real Madrid her ne kadar henüz Barcelona düzeyinde bir takım olamasa da başında Mourinho vardı. O Mourinho ki geçen sezon Inter'le Barcelona'yı elemişti, Real Madrid'le neler yapardı!

Ama bence Mourinho bir şeyde hata yaptı, o da geçen sezon evindeki 3-1'lik galibiyetin ardından Nou Camp'ta yaptığı akıl dolu savunmayla 1-0 kaybederek sonucunda tur atlarken üzerine yapıştırılan "savunmacı" etiketinden etkilenmiş olmasıydı. Oysa Mourinho Barcelona'ya karşı 0-1'den 3-1 yapabilmiş, Chelsea'yle de 15 dakikada 3-0'a getirebilmişti skoru. Mourinho birşeyden daha etkilenmişti. O da bu takımın başına getirilme sebebiydi... Pellegrini geçen sezon 96 puan toplayarak kulüp tarihinin puan rekorunu kırdı ama kovuldu! Çünkü Barcelona'ya iki maçta da kaybederek şampiyonluğu da kaybetmişti. Daha öncesinde Juande Ramos 6-2'lik utançtan, şu sıralar Beşiktaş'ın hocası Schuster ise henüz Barcelona deplasmanına çıkmadan "Barcelona'yı yenmemiz imkansız" sözlerinden dolayı kovulmuştu! Mourinho'nun takımın başına gelme sebebi şampiyon olmak, kupalar kaldırmak ama en önemlisi Barcelona'yı yenebilmekti!

Barcelona, Rijkaard'ın son döneminde tökezlese de 2006'dan bu yana altın çağını yaşıyor. Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi takımı olarak gösteriliyor, ve bu tezi de Barcelona iskeletine oturulmuş son Avrupa ve son Dünya şampiyonu yenilmez armada İspanya destekliyordu. Buna karşılık Real Madrid "Los Galacticos" günlerini geride bırakmış, Barcelona'nın gölgesinde kalmış, Mourinho'nun gelişiyle yeniden "1 numara" olmayı amaçlıyan bir takım görüntüsündeydi.

Ben şahsen ne Barcelona'nın ne de İspanya'nın futbolundan zevk almam. Bitmek bilmeyen paslaşmalar, paslaşmalar ve paslaşmalar... En sonunda bir açık yakalayıp golü bulmak. Bu anlayışa karşı elde geçerli bir formül yok henüz. Tek yapılabilecek Hiddink'in Chelsea'si veya Mourinho'nun Inter'i gibi rakibin pas yollarını kapayıp, önce oynatmamayı düşünmek. Pas oyununun Barcelona'dan sonra dünyadaki en iyisi Arsenal bile 4'lendi Messi tarafından geçen yıl. Bundan dolayı bana kalırsa Mourinho'nun savunma önünde Khedira-Xabi Alonso-Mesut-DiMaria-Ronaldo-Benzema'yla çıkması intihardı! Elbet bir bildiği vardı üstadın ancak stoperlerinin de Pepe ve Carvalho olduğu göz önüne alındığında fark kaçınılmazdı, ve öyle de oldu.

DiMaria ya da Mesut'un yerine ortasahayı Diarra ile kuvvetlendirme yoluna gitseydi kazanma şansı daha çok olurdu, en azından hezimete uğramazdı...



Özetlerde ara ara Mourinho'yu da görme imkanım oldu. Onu hiç bu kadar çaresiz bir yüz ifadesiyle gördüğümü hatırlamıyorum. O dizilişle sahaya çıkarken, karşısındaki Barcelona'yı tabii ki benden, bizden ve hatta Guardiola'dan bile iyi biliyordu, bir planı vardı kesinlikle ama olmamıştı. Belki bir zayıf yönünü bulmuştu Barcelona futbolunun ve bunu bütün dünyaya gösterecekti alacağı galibiyetle. Dünyanın en iyi teknik adamı olduğu artık kimse tarafından sorgulanamayaktı bile!. Ama olmadı.. Tek bir şansı kaldı artık belki de, o da ne yapıp edip Santiago Bernabeu'da Barcelona'yı devirmek. Yoksa korkuyorum ki Real Madrid'ten kovulanlar listesine eklenecek...

İstanbul'daki Lokantalarla Olan İlginç İlişkim ve Bahşiş


Yemek yemeyi çok seviyorum.. Kim sevmez ki! Ama benim durumum biraz farklı olabilir.. Çünkü berbat bir şekilde yapılmadığı sürece her türlü yemeği yiyebilirim, yemek seçmem. Ve tıka basa doyduğumu hissetsem bile yarım saat sonrasında başka birşey yiyebilirim, yemeye birşeyler ararım.. Buna rağmen liseden bu yana 80-85 kg aralığından da çıkmadım.. Babam bu tempoyla devam ettiğim takdirde 30uma yaklaşırken 120 kiloları göreceğimi söylüyor, ama bakalım!

Neyse, burda yemekle aramın ne kadar iyi olduğundan çok lokantalarla olan enteresan ilişkimi anlatmak istiyorum. İstanbul'a ilk geldiğim zamanlarda kuzenimle Gültepe'de kalırken, o mesaiden dolayı yemek yapamadığı ben de hala bile yemek yapmayı bilmediğimden dışarda yiyordum. Rizeli bir esnaf lokantası vardı ve çoğunlukla yediğim yer de orası olurdu. Günde iki defa gidiyordum oraya ve zamanla lokanta sahibi tarafından ikramlar görmeye başladım; yemek sonrası sütlaç, yemek sırasında içecek gibi... Sonrasında daha da bir abartarak içtiğim çorbalardan ücret almamaya başladı. Bu durum o zaman beni biraz rahatsız ediyordu hatta çorba içmiyordum bilerek ama bu sefer de yediğim yemeklerden az para alıyordu... Bütün bu olanları ama bir yandan da benim de Karadenizli olmama bağlıyordum.. Ta ki kuzenimle Sefaköy'e taşınana kadar.

Yakında bir alışveriş merkezi vardı ve yemeğe oraya gidiyordum her gün. Önümde baya bir seçenek de oluyordu yemek için. Zaman zaman fast-food tercih ettiğim de oluyordu ama genellikle ev yemeği yemek için "Kayseri Mutfağı" diye bir yerde oturuyordum. Gültepe'deki gibi esnaf lokantası değildi, sahibi de (en azından orayı işleten kişi) Karadenizli değildi ama henüz ikinci defa gidişimde belki de yemek aşkımdan etkilendiğindendir %15 indirim yapıverdi ve bundan sonraki her gelişimde %15 indirimim olduğunu söyledi(!)... Benden bağımsız olarak bazen orda yiyen kuzenimle birgün beraber gittiğimizde indirim yapıldığını görünce şaşırmış ve aslında bu lokantalarla yaşadığım ilginç ilişkiye dikkat çeken ilk kişi olmuştu.

Bu yıl Üsküdar'dayım. Haftanın ortalama üç gününde evde yemek oluyor ama geri kalan günlerde yine dışarda yemek durumunda oluyorum. Kebapçılar var ancak "Kanaat Lokantası" dışında güzel ev yemeği yapan bir yere henüz rastlamadım, orda düzenli yemek de bütçemin pek karşılayabileceği birşey değil. Ondan dolayı çoğunlukla fast-food tercih etmek zorunda kalıyorum. Bunda da "McDonalds" ve "Burger King" dışında bir seçeneğim yok, hatta iğrenç ötesi McDonalds tecrübemden sonra elimde sadece Burger King kaldı. Konunun dışına çıktık gibi biraz ama yemek yerleriyle aramdaki ilginç ilişkinin tavan yaptığı yer oldu Burger King!. Geçen gün aldığım hayvani menüden sonra ekstra sos isteyip parasını da uzatınca, kasiyer çocuk gülerek "İstemez ya.."deyip sosu tepsime koyunca, her ne kadar 25 kuruşluk bir etki yapsa da, Gültepe ve Sefaköy tecrübelerimin üzerine "Oha!" dedim içimden, ve bu olaydan sonra artık, bu gariplikleri yazmaya karar verdim..


Gelgelelim bahşiş mevzusuna... Genelde çıkarken bahşiş bırakılacak yerlerde yemiyorum ancak bazen rastgeliyorum. Belki bahşiş veresim de gelmiyor ancak atıyorum 19 TL tutan bir hesap için 1TL'yi bırakabiliyorum. Ama neden?

Garson bana iyi bir şekilde hizmet ettiği için neden bahşişi hakediyormuş? Garsonluk zaten bu hizmeti sunmak için değil mi? ve zaten bu hizmeti için çalıştığı yerden ücretini almıyor mu? Bir manava, bakkala, kırtasiyeciye, veya herhangi başka bir yere bahşiş vermiyorken sadece ve sadece yemek yediğimiz yerlerde bahşiş vermemiz ve bunu bize yemeği hazırlayana bile değil de tek yaptığı siparişimizi almak ve onu masamıza taşımak olan garsona vermemiz bana çok saçma geliyor.

Bahşiş meselesi bazı ülkelerde daha sıkıcı bir halde, %5 ila %20 oranında zorunlu bahşiş beklenen ülkeler varmış...

28 Kasım 2010 Pazar

Gaziantepspor 1-3 Trabzonspor

Arka arkaya gelen Galatasaray ve Bursaspor maçlarının ardından ligin ilk yarısında kalan son 5 maça bakınca Antep deplasmanına beraberlik yazıp kalan 5 maçı 2 puan kaybıyla kapatırsak şampiyonluk için büyük bir avantaj elde ederiz diye düşünüyordum. Ancak geçen hafta gelen beklenmedik Eskişehirspor iç saha beraberliği ile bu maç kazanılması gereken bir maça dönüşmüştü bir anda.

Şenol Hoca hafta arasında Antep deplasmanında alınacak bir puanın yeterli olabileceğini söyledi. Bazıları bunu rakibe karşı akıl oyunu, bazıları da takımı motivasyon amaçlı kullandığını söylese de bir gerçek vardı ki o da Trabzonspor'un Antep deplasmanından 4 sezondur galibiyet çıkaramadığıydı.

Emre Güngör'ün şutunu engellemeye çalışan Egemen'in ters vuruşuyla maça yenik başladık ancak geçen haftaki Eskişehir maçındaki hislerimin aksine bu maç gol atacağımıza inancım tamdı. Hem Gaziantepspor, Eskişehirspor gibi 10 kişiyle kendi kalesi önünde dizilmiyor hem de deplasmanda daha rahat oynayan takımımız pas kanallarını iyi işletiyordu.

Maçın başında yediğimiz talihsiz golün ardından maçın mutlak hakimi olarak çok geçmeden beraberliği yakalayıp, sonrasında da tartışılmasına rağmen yüzde yüz penaltı ve kırmızı kart olan pozisyon sayesinde öne geçip ikinci yarıya da karşımızda rakibin bir kişi eksik olması avantajıyla çıktık. Jaja'nın klas golüyle farkı ikiye çıkarıp, şeytanın bacağını kırarak sezonlar sonra Antep'ten kayıpsız döndük Trabzon'a..

İnsanın keşke Eskişehir'i de yenseydik de şimdi daha bir avantajlı durumda olsaydık diyesi geliyor ancak şunu da unutmamak gerekir ki Eskişehir'le berabere kalmasaydık belki de Gaziantepspor karşısında böyle bir futbol oynamayacak ve neticesinde galibiyet çıkaramayacaktık. Galibiyet serileri kolay değildir ve bizim takımımız da kolaylıkla rehavete düşebiliyor nispeten küçük maçlarda. Ancak Şenol Hoca takıma nasıl bir ayar veriyor bilinmez bu puan kayıplarının ardından çok daha olumlu futbolla başlıyoruz bir sonraki maça. Ayrıca bu sezon sanki Fenerbahçe'yle rolleri değişmişiz gibi... Büyük maçların takımı Fenerbahçe iddialı takımlar karşısında dökülüyor ancak nispeten küçük takımları kayıpsız geçmesini de biliyor. 6 puan arkamızdalar ve bence şampiyonluk yarışında en ciddi rakibimiz Fenerbahçe. Kadıköy'deki maça kadar içerde oynayacağımız 4 maçı da kazanıp kayıpsız çıkabilmeliyiz Fenerbahçe karşısına ki olası bir mağlubiyette çok yara almayalım.

Bilmiyorum, belki de maçlara tek tek bakmak daha doğru olacaktır ancak hayatımda ilk kez bu şekilde şampiyonluk yarışı içinde olduğumuz için heyecanlanmıyor değilim. 2 sezon öncesinde de bu şekilde zirvede gidiyorduk ama kesinlikle bu kadar güvenli bir takıma sahip değildik. Oyunun savunma kısmında iyiydik ancak hücum kısmında aksıyor gol bulamıyorduk. Burak ve Jaja'nın hatta Engin ve Alanzinho'nun, sakat olmayan Yattara'nın çok büyük katkısı oluyor bu sezonki hücum oyunlarımızda ve bunun savunmamızda bir handikap oluşturduğu da söylenemez.

Cuma gecesi Bucaspor'u ağırlayacağız. Ligin en az gol atan takımı, 14 maçta 8 gol atabilmişler. Avni Aker'e maçı 0-0 bitirebilmek için gelecekler ancak bunu Eskişehirspor gibi becerebilecek yapılarının olduğu söylenemez. Beklerinde Orhan Ak ve Ali Güneş olan takım sonuçta. İnşallah okyanusları geçip derelerde boğulmayız ve Antep maçındaki galibiyet yeni bir serinin başlangıcı olur.

Kaldı 20!



Yeni Bir Başlangıç...

Aslında bundan aşağı yukarı 2 yıl önce başlamıştım blog yazmaya. Öyle çok sık yazdığım da yoktu, hatta son birkaç ay öncesine kadarki "enrty" sayım bir elin parmaklarını geçmiyordu.

Blogum hotmail hesabıma bağlıydı ve "log in" olmaya çalışırken sıkıntı yaşamaya başlamıştım bu yüzden. Hotmail'imden Gmail'ime almayı da bir türlü beceremediğimden en iyisi mi yeni bir başlangıç yapayım dedim kendime..

Artık burdan yazacağım, çoğunlukla ve belki de sadece kendim için...

Eski blogum: http://yusufparlayan.blogspot.com